17 Eylül 2015 Perşembe

Bilerek ve İsteyerek Dekor Olmak

Üniversite döneminde final dönemi sonrasında huzurlu bir rehavet düşerdi üzerimize.
Dönem boyunca o dersten bu derse koşup, ara sınavdı, ödevdi, teslimdi derken bitap düşerdik. Finaller de maalesef ki, hep bu yorgunluğun üzerine tuz biber olurcasına uykusuz, bol kahveli gecelerin sabahlarına kadar ders çalışmak ile gelir geçerdi.
Geçip giden finaller savaştan çıkmışa çevirirdi bizi. Rahatlamak, dinlenmek, eğlenmek artık hakkımız olurdu. Yani bizce : )
İşte bu dönemlerde tüm arkadaş grubu, ilginç aktivitelerin peşine düşerdik. Ama çoğu zaman, İstiklal’e gidip, saatlerce bir aşağı bir yukarı yürümekten daha ileri gidemezdik.
Nasıl eğlenilir, ilginç nedir, çok da tecrübeli olduğumuz noktalar değildi kısacası. Yıllar süren monotonluğun bizi atıl bıraktığını anlardık tam da “Delicesine eğleniriz artık” dediğimiz bu zamanlarda.
O dönemlerden aklımda kalan ve ilginç sayılabilecek bir şey geldi aklıma demin; Zaga.
Şimdilerin Disko Kralı sanırım; Bilirsiniz işte, Okan Bayülgen’in sunduğu şu laylay lomlom program.
O dönemlerin üniversitelileri Medya Arkası’nı beklerdi (Hoş, şimdi de öyle sanırım). Okan Bayülgen’in “Sistemin içinden sisteme karşı duruş“unu özlerdi. Televizyon izlerken “televizyon halleri”ni eleştirirdi, onunla birlikte.
Şimdi başka birileriymiş gibi anlatıyorum ama ben de onlardan biriydim. Sanki, bizim yaptığımız televizyon izlemek değilmiş gibi, izleyenleri eleştirirdik. Aslında yaptığımız, yalnızca o “ters” duruşuyla bilinir olmuş birini takip etmekten öte değildi.
Okan Bayülgen’in manken konuk edip, şarkı söylettiği programdaki ekranda küçük bir çubukla gösterilen, manken konuk edip “Bakın ne kadar cahil” demeye çalışanlara, görüntüyü durdurup “Neden konuk ediyorsun ki o zaman” diye kızardık. Ne kadar da çapraşık bir hal gibi duruyor öyle değil mi?
Her iletişim aracı gibi televizyon da bir süre sonra, içeriği tüketicilerinden alır oluyor. Şimdi bizim “web 2.0” diye böbürlediğimiz şey de bu aslında.
Bu çok da övünülecek ya da göğüs kabartacak bir durum değil esasında. Her şeyin, kullanıldıkça ortalamalaşmasından öte bir şey değil. Uzun süre bakınca, camın ayna olması gibi.
Baktıkça, televizyon da aynamız oldu. İçindekiler de biz, dışındakiler de biz…
Az kişiyken “Neden bu kadar azız, daha çok kişi biriksin burada” dediğimiz ortamlar kalabalıklaşınca “Buralar bozuldu, eskiden böyle değildi” deriz hep. Ya biz ne istediğimizi bilmiyoruz ya da nerede, nasıl bir toplum içinde yaşadığımızı unutuyoruz.
Geçtiğimiz haftalarda yazmıştım; Her şey aslında “bir”. Hepimiz o “bir”in içindeyiz ve “o”yuz. Ama neden çok farklıymışız gibi davranırız orası muamma.
Hani final ertesi dönemlerimizden bahsetmiştim ya, sonra da Zaga’dan. Yazının sonunda izleyeceğiniz videodaki teyzeler gibi biz de izleyici olarak stüdyoya giderdik. Tıklım tıkış bir otobüs bizi Kanal D’ye götürürdü. Zor bela yer ayırtırdık.
Bu zorluk taş taşımamızdan kaynaklanmazdı pek tabii. Bilerek ve isteyerek, zaman zaman araya torpiller ve bazı maddi fazlalıklar (para, hediye, 2 soğuk bira vs) koymaktan bahsediyorum aslında.
Ulaşıp da içeri girince, studyoda saatlerce bağdaş kurup, programın başlamasını beklemenin, eklemlerimize kattığı acı hissini anlatamam.
Başlamadan önce programın sahibi Okan Bayülgen, oturduğumuz yere kadar yanaşır, “Çocuklar biliyorum, çok acı çekiyorsunuz ama işte” diye başlayıp, “Canlı Yayında Yap-Yapma Klavuzu“nu bize şen şakrak bir dille anlatırdı. Ve denk gelirse, birkaç övücü sözle (“Gençsiniz, üniversitelisiniz, zehir gibisiniz…” vs) program için gaza getirirdi : )
Bir taraflarımızın uyuşup, hissedilemez noktaya gelmesi ve o bir taraflarımızın midemizle olan sıkıntılı savaşını yaşardık; “Canlı yayındayız arkadaşım, ne çişe gitmesi!
Yurttaki televizyon odasında izlediğimiz programı, önümüzde cam olmadan görmek, “ünlü” denilen insalara iki adım mesafede oturuyor olmak. Arada onlara laf atmak ve “Görünüyor muyuz acaba” diye düşünüp kameraya el sallamak…
Reklam denen pazarlama aracının ne hayat kurtarıcı bir şey olduğunu farketmek, 2 yudum suya ve çişe reklamla kavuşuyor olmanın garipliği ve bu kavuşmanın yarattığı yersiz sevinç hali…
Çişten dönerken dekorların arkasında, 1×2 metrelik (afedersiniz) çük kadar izbe yerde makyaj yapmaya çalışan, neredeyse üstüste oturan ve sırasını bekleyen garip guraba ünlüleri görmüş olmanın afallatıcı durumu…
Ve pek tabii, fotoğraf çekip bu yaşadığımız ilginçliklerimizi tarihe silinmez bir not olarak düşmek;
Bugün, bunları hatırlayınca, neydi ki bizi bu garipliklerin arasına iten diye düşünmeden edemedim. En nihayetinde biz, jimmy jib yukarıdan ünlülerin oraya gidene kadar görünecek kalabalıktık. Ya da yapılan esprinin etkisini, canlı olarak gülerek arttıran “gereç”lerdik.
Peki biz bunun böyle olduğunu bilmiyor muyduk? Pek ala biliyorduk. Ama orada olma, o havayı soluma, camın arkasında, gerçekte neler oluyor bilme merakımız daha üstün geliyordu hep.
Sanırım 3 kez gittik Zaga’ya. Bu süre boyunca Zaga’nın adı kaç kez değişti bilmiyorum. Benim için hep Zaga kaldı. Adının ne önemi var; Avaz avaz bağırıp, zıp zıp açılan ve “Medya Arkası” olan program işte.
Bir sonuç paragrafıyla değil CNN-Türk’teki bir video’yla bitirmek istiyorum. Sonucu yok çünkü bu anlattıklarımın. Ne eleştirilecek bir yanı var, ne de sevinilecek; biz “o”yuz işte. “Bir”iz. Hep aynıyız.
Birazdan izleyeceğiniz video’da teyze şöyle diyor; “Biz olmasak televizyon da olmaz“. Esra Erol da, alt alta yazdığı reytingleri gösteriyor ve “Matematiksel hesaplamalar” yaptığını söylüyor, gelen teyzelerle programda çiftetelli oynadıktan sonra. Sonraki sayfalarında da kedi kolajları : ) Ninemizin elindeki suyu içeri almıyorlar, Esra’ya atar diye. Ama şeker hastası olduğunu söylüyor ninemiz. Nafile, giremez.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder