17 Eylül 2015 Perşembe

“Ben”den Bağımsız Hiçbir Şey Yap(a)mazsın!


Mutlu bir insan gördüğünde gizliden üzülen insanlarız biz. O mutlu olan, gözleri gülen en sevdiklerimizden biri olsa bile. Biz buyuz.
Planlarımız var bizim. Hiç kimsenin bilmediği ve bizim de öğrenmelerini hiç istemeyeceğimiz. Görünürken en sevilesi yanımızı ortada bırakıyoruz, bakmıyorlarken en sinsi yanımız sivriliyor.
İnsanoğlu denilen şey bu en temelde. Hayatımız boyunca da bunu inkar etmek ve kabullenilmek için uğraşıp duruyoruz. Buyuz.
Geçen yıl, sosyal medya ve körüklediği ego krallıklarından bahseden bir yazı yazmıştım. Son dönem insanının, ekranların kölesi ve sadecekendine aşık bir canlı olup çıktığına değinmeye çalışmıştım.
O yazıyı bitirirken kendime not düşmüştüm. Aslında, bu özellikler sadece sosyal medyada değil, onunla hiç tanışmamış, sıradan insanlarda da farklı şekillerde kendini gösteriyordu. Bu, genele yayılmış olan benci duygu ile ilgili bir şeyler karalamalısın demiştim kendime. O gün bu günmüş.
“Ben”den bağımsız hiç ama hiçbir şey yapmıyoruz aslında. Sevmek, yardım etmek ve o bütün “iyilik” kelimesi içine sığdırdıklarımız bile buna dahil.
Süt beyaz değiliz hiçbirimiz. Olamayız da. Siyah da değiliz, evet. Hepimiz bir renk olarak gözüküyoruz. Ama küçücük başka renkli benekler var içimizde.
En saflarımız bile böyle. Ancak aklı yerinde değilse, yanlışlıkla iyi olur, yanlışlıkla kötü olur. Aklının bozulma meğili ne tarafa ağır basmışsa artık. Bunun dışındaki herkes için konuşuyorum yani. Ben, sen, o. Tüm tanıdıkların, tanımadıkların. Hepimiz her şeyi kendimiz için yapıyoruz.
Bu söylediklerim yeni bir şey mi? Sanmıyorum. Ama çoğumuzun dile getirmek istemediği, bırakın dile getirmeyi, üzerine düşünmeyi bile ürkek ve bazen hırçın bakışlarla savuşturduğu şeyler. Kendimize bakmak istemediğimiz, derin, karanlık, kasvetli noktalar buralar.
Biliyorum, şu an okuduklarınız ve aşağıda okuyacaklarınız size “hastalıklı” gelecek. Rahatsız ve bozuk bir ruhun sayıklamalarını duyar gibi olacaksınız.
Hissettikleriniz normal. Modern insanın fizyolojisi buna çok yatkın.Savunma mekanizması siz hiç farketmeden devrede zaten.
Nietzsche “Tanrı öldü” dediğinde, az çok söylediği de bunlara benzer bir şeydi. Tanrı’nın denklemin dışında kalması, kendimizi daha önemli, daha büyük ve daha güçlü hissettiğimiz o zamanlara denk gelir.
Tanrı’yı biz öldürdük. “Ben”liğimizle. Yine bir benlik ihtiyacımızla doğurmuştuk zaten onu.
Af diliyoruz çünkü ruhumuz rahat değil. Rahat hissedebilmek için geliştirdiğimiz yöntem ise, bunu üstül bir gücün silebileceğine olan inancımız. İş yerindeki yöneticimizin, yaptığımız bir hatadan ötürü bizi bir maaş kesintisi ile cezalandırmaması için çabalamak gibi.
Umutluyuz çünkü isteklerimiz var. Her zaman, her istediğimizin olmaması deneyiminden yola çıkarak, isteklerimizin bizim dışımızdaki parametrelerle şekillendiğinin farkına varıyoruz. O halde, kendi başımıza kontrol edemediğimiz bu parametreleri kontrol ettiğini düşündüğümüz üstül bir güçten yardım istiyoruz.
Güçlendikçe, Tanrı’nın yerine kendimizi, egomuzu koyduk. Doğaya hakim olan sadece Tanrı değildi çünkü artık.
Hakim olamadığımız, engelleyemediğimiz ya da engelleyemeceğimizi düşündüğümüz şeyler başımıza geldiğinde yine yeniden Tanrı’yı doğuruyoruz. Sorun değil.
Bu öldürme ve doğurma döngüsü, sadece dinler için değil, tüm inançlar için de geçerli.
Şimdi, gün boyunca yaptıklarınızı düşünmenizi istiyorum. Evet, tüm yaptıklarınız, istisnasız. Aksiyona dökmedikleriniz, sadece beyninizde dolaşanlar bile buna dahil. Bir tane şey düşünebiliyor musunuz kendinizden bağımsız olan?
Öyle bir şey yapın ki, sizinle uzaktan yakından hiçbir alakası olmasın. Mümkün mü bu?
Bana sorarsanız, mümkün değil. Bence bir tane bile yok. Attığım adımdan tutun, attığım bakışa kadar. Hemen aklınıza gelenlerden birkaç örnek vermeye çalışayım;
– Hiç tanımadığınız birine yardım etmek: Bu yardımı başkalarına (dolaylı yollardan da olsa) anlatmaya çalışıyor musunuz? Ya da hiç bahsetmemiş bile olsanız, bunu birilerinin öğrenmesini, takdir etmesini bekliyor musunuz? “Biri” bir tanrı da olabilir bu arada.
– Sevdikleriniz için ölmeye hazır hissetmek: Sevilmeye duyduğunuz ihtiyaç var mı sizce bu fadekarlığınızın içinde? Sevdikleriniz sizi hiç sevmiyor olsa da bu düşündüklerinizi yine de yapar mıydınız? Cidden?
– Dinin gereklerini yapmak: Kendinizi çok ferah hissediyorsunuz değil mi, dininize uygun, iyi bir şeyler yapınca. Belki de bu hisse bağımlısınızdır? Tekrar tekrar aynı ferahlığı duymak için yineliyor olabilir misiniz?
– Bilimin peşinden koşmak: Kimsenin çözemediği, insanlığın en büyük sorunlarına bir çare bulmak mı istiyorsunuz? Çözdüğünüzde nasıl hissedeceksiniz? İşe yarar? Dahi? Mutlu? Ünlü?
– İşkolik olmak: Patronunuz daha fazla para kazansın diye mi? Yoksa bir şeylerden mi kaçıyorsunuz? Hayatınızda daha büyük bir anlam yok mu işinizde başarılı olmanın dışında? Bu yüzden olabilir mi?
– Kitap yazmak: Yazmak mı çok sevdiğiniz? Kimsenin görmeyeceğini bildiğiniz bir günlük tutsanız, orada yaratsanız hikayelerinizi, karakterlerinizi. Ya da yazıp kendinize saklasanız olmuyor mu? Neden?
– Blog, Facebook, Twitter: İnsanlarla bildiklerinizi, deneyimlerinizi paylaşmak mı en temelde yapmak istediğiniz? Yoksa bir şeyleri mi kanıtlamak istiyorsunuz? “Çok komik çoçuk” diyebilirler. “Helal len ne zeki herif” diyebilirler. Müzik zevkinizi görüp, dinlediklerinizden sizin ne sevilesi bir insan olduğunuzun farkına varabilirler? (Bkz: Sosyal Medya ve “Ben”)
Hepsi en sonunda sevilme ihtiyacımıza dayanıyor. O, hiçbir zaman dolduramayacağımız bir kara delik gibi. Sürekli sevilmek, daha fazla kişi tarafından sevilmek istiyoruz. Ünlü olmak için yanıp tutuşanlar mesela.
Bu yüzden sevilmek için (yukarıdakiler de dahil) binbir türlü şey yapıyoruz. Ama kaçırdığımız nokta, o sevdirdiğimiz, gerçek benliğimiz değil. Kendi yarattığımız bir karakter. Sevenler bizi sevmiyor yani. O şeyleri yapan karakteri seviyorlar.
Hadi itiraf edelim; hepimiz biliyoruz ki, yaptığımız o “iyi” şeyleri çıkarttığımızda kalan “ben” bambaşka bir şey.
“İyi” olmak için adım atmaya niyetlediğimiz anda kendimizin yeterince iyi olmadığını kabul etmiş olmuyor muyuz? Bu da bizim özümüzün yeterince iyi olmadığını gösteriyor zaten : )
Düşünün, herkes “iyi” olduğunu biliyor olsa, bu kadar çok sanat eseri doğar mıydı? Neden birilerine “iyi” şeyler yapabileceğimizi göstermeye uğraşıyoruz sizce? Hiç birisine kolunuzun olduğunu kanıtlamaya çalıştınız mı?
Daha fazla uzatmayayım. Genel olarak neleri, neden sorduğumu az çok farkettiniz. Siz de bir sürü şey bulabilirsiniz kendinizle ilgili olmadığını düşündüğünüz. Ve ardından bir sürü soru sorabilirsiniz. Cevaplarının bir şekilde sizin üzerinden geçtiğini, en kötü teğet geçtiğini görebilirsiniz belki.
Aslında konuşmak istediğim bu “ben”cilliğin tü-kaka gösterilmesi. Ne zaman başladı acaba? İnsanların salt kendisini kayıran şeyler yapması ne zamandan beri “ayıp” olmaya başladı.
Mesela, mağrada tek başına yaşayan o ilk insan için ayıp diye bir şey var mıydı? Bencil olduğunda kendisini kötü hissediyor, ruhu daralıyor muydu?
Asıl soru şu sanırım; “İnsan, tek başına bencil olabilir mi?
İnsan, toplum denilen birlikteliğe hiç dokunmamışken, yalnız yaşarken bencil olabilir mi? “Bencil” gibi kötüleyici bir kelimeye ihtiyaç var mı?
Toplum birlikteliği ifade eder. Birlikte yaşayanlar topluluğu. Toplulukların devamı paydaşlıktan geçer. Benzer amaçlarınız olabilir, aynı doğruya inanıyor olabilirsiniz, birlikte başkalarına karşı savaşmış olabilirsiniz, farketmez. Hepsi aynı. Topluluğu bir arada tutan güç, su moleküllerini bir arada tutan güçle aynıdır. Ya da şöyle diyebiliriz, su ile ateşi ayıran şey, atomlarındaki moleküler diziliş farklılığıdır. Farklılık. En temelde konuştuğumuz şey farklılık ya da ortaklık. Yani; toplum ya da başka bir toplum.
Peki, gelelim bencilliğin neden kötü olarak kabul edildiğine.
Cevabım; Düzenin sürekliliğinin korunması için.
Toplumun genelinin tü-kaka yaptığı her şey, üzerinde baskı kurduğu tüm eylemler, düşünceler eriyip gitmeye mahkumdur. Bu, toplumun kendi içinde istikrarı koruma yoludur. Aykırı olan her şey, toplumun sürekliliği ve dolayısıyla toplumdaki her birey için bir tehdittir (Bkz:Komplo Teorilerinden Önce Kendimize Birkaç Soru Soralım).
Tanrı’ya inanmayan birine şu soruyu sorsak; “Dünya üzerindeki herkesin, senin gibi Tanrı’ya ya da onu, yaptığı kötü şeyler nedeniyle cezalandıracak bir gücün olmadığını düşünmesini ister misin?
Eğer varlığını devam ettirmek isteyen biri ise, kendi içinde kesin olarak vereceği cevap “Kesinlikle hayır!” olacaktır. Denge ile kaos arasındaki fark, kuvvetler toplamına bağlıdır. Eğer insanlar kendilerinden daha güçlü bir otoritenin/tanrının olmadığını düşünmeye başlarlar ise günlük hayatta verecekleri her karar, saf bir bencillik dürtüsünden doğacaktır.
Bu yüzden anayasa, din, mahalle baskısı vardır. Ve varolmalıdır. Bu yüzden empati göklere çıkartılır, ego yerin dibine sokulur.
Tüm bu gerçeklere rağmen, evren her daima kaosa doğru yol alır.
Daha doğrusu evren, denge ile kaos arasındaki enerji değişim döngüsüdür. Ve sosyal anlamda, bu döngünün hiç durmadan devam etmesine neden olan şey de bencilliktir.
Bencillik hem düzenin, hem de kaosun yaratıcısıdır.
Öyle bir şey yapın ki, hiçbir şey yapmamış olun. Başarabilir misiniz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder