17 Eylül 2015 Perşembe

Evrenin Her Şeyi Kapsayan Tek Bir Enerjiden Oluşması: Tanrı?

Din, asırlardır varlığı ve gerekliliği tartışılagelmiş bir olgu. Günümüzde bu konudaki kutuplaşmaların birçoğu bilim ve tanrıarasında gidip geliyor.
Bilimsel bakış açısına sahip olanlar çoğu zaman dinin gerekliliğini sorgularken, herhangi bir dine mensup kişiler de, bu derece kompleks sistemlere sahip evrenin bir yaratıcı olmadan, yoktan varoluvermesi fikrini anlamsız bulurlar.
Din, her toplumda çeşitli şekillere bürünerek karşımıza çıkar. Bazen tek tanrılıdır, bazen çok. Bazen tanrı olarak adlandırılan yüce güç, günlük yaşantımızda dokunduğumuz bir varlık bile olabilir. Çoğu zaman ise doğanın gözle görülen güçlerinden anlam bulmuştur (Bkz: Güneş).
Aslında din, en temelinde “inanç” denen olguyu barındırır. Bir “kabullenme” olarak çıkar çoğu zaman karşımıza. Üstün bir gücün varolduğuna inanmakla başlar. Yaşanan ve yaşanacak her türlü deneyimin bir güç tarafından kontrol edildiği düşüncesi ile gelişir.
Kısacası; İnsanoğlunun pişmanlık duygusu ve umutları olmasaydı, bugün “din” dediğimiz olgunun varlığından söz edemiyor olurduk.
* * * ZAMAN OLGUSUNUN ZAHİRİLİĞİ
Ayrıca, zaman denen kavramın da kendiliğinden ortaya çıkma nedeni budur. Beynimizin kayıt tutması; geçmişi, beklentilerimiz de; geleceği oluşturdu. Yani bir anlamda zaman, yalnızca beynimizde varolan, “hafıza” ve “beklenti” olgularından doğmuş sanal bir anlamlandırma ihtiyacıdır.
Bilimsel manada ise zaman, enerjinin yer değiştirme hızı ile anlamlanır. Enerji değişiminin olmadığı bir ortamda zaman ölçülebilir ya da farkedilebilir bir olgu değildir.
Birçok doğu felsefesine göre zaman diye bir kavramın varlığından söz etmek abesle iştigaldir. Her daim “şimdi” vardır. Geçmiş ve gelecek bizim oluşturduğumuz kavramlardır. Dolayısıyla zaman da bu kavramların doğurmuş olduğu bir yanılsamadır.
Şimdi biraz toparlayalım; Geçmişimiz, geleceğimiz, keşkelerimiz, isteklerimiz, pişmanlıklarımız ve buna bağlı hayatlarımızın en temelinde, sanal bir anlamlandırma çabası olan zaman bulunur.
Bazılarımız zamana inançla yaklaşarak “din” denen kavramı bulmuşlar ve anlamlandırma işini bir adım ileri götürmüşlerdir. Zamanın bizim dışımızda üstülcü bir güç tarafından yönetiliyor olduğu hissi ve bu yöneticiden bazen af dileme, bazen de umutlarımızı karşılayacak isteklerde bulunma işi; Din.
* * * DİN ve İNANÇ ÇÖZÜMLEMESİ
Af diliyoruz çünkü ruhumuz rahat değil. Rahat hissedebilmek için geliştirdiğimiz yöntem ise, bunu üstül bir gücün silebileceğine olan inancımız. İş yerindeki yöneticimizin, yaptığımız bir hatadan ötürü bizi bir maaş kesintisi ile cezalandırmaması için çabalamak gibi.
Umutluyuz çünkü isteklerimiz var. Her zaman, her istediğimizin olmaması deneyiminden yola çıkarak, isteklerimizin bizim dışımızdaki parametrelerle şekillendiğinin farkına varıyoruz. O halde, kendi başımıza kontrol edemediğimiz bu parametreleri kontrol ettiğini düşündüğümüz üstül bir güçten yardım istiyoruz.
* * * BİLİMSEL YAŞLAŞIMLAR ve “TEK”LİK OLGUSU
Şimdi de bilimsel açıdan yaklaşalım bu konuya.
Modern bilim çevrelerinin, adına tanrı demiyor da olsa, kabul ettiği bir “tek“lik olgusu vardır. Evrenin her şeyi kapsayan tek bir enerjiden oluşması, giderek daha fazla bilim insanı tarafından kabul gören bir durum olarak vurgulanır.
Yıldız sistemlerinden tutun da, bir zamanlar maddenin yapıtaşı olarak anılan atomun benzerlikleri her zaman göz kamaştırmıştır. En büyük sistemlerden, en küçüklerine kadar inildiğinde oldukça benzer bir işleyiş şeklini görmek bilim insanlarını her daim daha çok araştırmaya sevketmiştir.
Ve her seferinde büyük sistemlerdeki benzerileri en küçüklerinde bulmuşlardır. Hemen matematikteki fraktallar akla geliyor değil mi? Durun ondan da bahsedeceğim : )
* * * AYNA NÖRONLAR
Örneğin; fizyolojideki karşılığını ayna nöronlarda bulur. Ayna nöronlar kısaca, empati kurabilen nöronlardır.
Elimizle bardağı alırken aktif hale gelen bu nöronlar, başkasının bardağı alışını izliyorken de aynı şekilde aktif hale gelir.
Tek fark, başkasının bardağı kaldırışını izlerken, kendi elimizdeki reseptörler beynimize “Bardağı kaldıran ben değilim” anlamına gelen sinyaller göndermesidir. Bu nedenle, kaldırışı gerçek anlamda hissetmeyiz (ve de uygulamayız) ama ayna nöronlarımız aktiftir.
Fakat, diyelim ki sağ kolumuz koptu. Ve başka birinin sağ eline iğne batırılışını izliyoruz. O vakit, olmayan kolumuzdaki elin acıdığını hissediyor olduğumuz çeşitli deneylerle kanıtlanan bir olgu (Bkz:Fantom Ağrı).
Dünyanın önde gelen nörolojistlerinden biri olan Vilayanur Ramachandran, yukarıdaki örnekten yola çıkarak, ayna nöronların,evrensel, ortak bilincin kanıtı olduğunu söyler.
Ayni şekilde, fizyoloji üzerinden verilebilecek en genel örneği; insan vucududur; Çeşitli canlılık özellikleri gösteren ve farklı özelleşmiş yapılarda olabilen milyonlarca hücrenin, sistemler kümesi oluşturarak, tek bir canlıyı oluşturuyor olması durumu.
* * * FİZİK: M TEORİSİ
Yine bilimden devam edelim; Bu görüşün kuantum fiziğindeki karşılığıM Teorisidir.
Tüm canlı türlerinin ve diğer varlıkların birleşimi olan, her şeyin birbiri ile bağıntılı olduğu, membrane adı verilen sonsuz bir yapıdan bahseder.
Hani şu, birbirinden kilometrelerce uzaktaki iki atom altı parçacığının, birine uygulanan kuvvetin diğerini de etkiyor olması ilginçliğini anlamlandıran teori.
* * * MATEMATİK: FRAKTALLAR
Matematikteki karşılığı ise fraktallardır. Sonsuz bir devinim ve “bir”liği temsil eder. Matematik eşitliğin en küçük parçası ile yapının tamamının (boyut dışında) birbirinin aynısı ve parçası olduğunu iletir.
Yine matematikte, “sonsuz” bir sayıdır. Değer biçilemeyecek kadar büyük sayıları ifade etmek için kullanılan tek bir sayı. Hatta sonsuz birçok matematik teorisinin temellerinde işlem gören bir sayıdır.
* * * FELSEFE: HEGEL, PLATON ve DİĞERLERİ
Hegel de saf düşünceden, fikirden, bilinçten oluştuğunu vurguladığı ve “mutlak tin” adını verdiği gerçekliğin tanımı da bu argümana yakınsar (bkz: Weltgeist).
Ayrıca, Platon başta olmak üzere, antik filozofların da desteklediği, okült bir terim olan “Anima Mundi“nin de karşılığı budur.
* * * HİNDUİZM ve TASAVVUF İNANCI
Hinduizm’in temelinde de vardır. 330bin tanrıdan oluşan bu dinde, evrenin özü ve her şeyi olarak adladırılan Brahman bu yaklaşıma paraleldir.
Aynı şekilde, tasavvuf inancında da, insanların ve her varlığın Allah’ın bir parçası olduğunun altı çizilir. “Yaradılanı severim yaradandan ötürü” sözünün vardığı noktanın da bu yaklaşım olduğu düşünülebilir.
Velhasıl, bu “bir”lik nedeni ile evrendeki her varlığın, bu üst ruhun kendisi olduğunu iddiasını kapsar. Pek tabii örnekler çoğaltılabilir.
Gördüğünüz gibi, felsefi, dini ve bilimsel açıdan çeşitli yaklaşımlarla öne sürülmüş bir olgudur bu teklik.
* * * İNSANOĞLU ve ANLAMLANDIRMA İHTİYACI
Peki, tüm bunları neden anlatıyorum? “Din yoktur“, “Bilim zahiridir” demek için mi? Hayır. Tam aksine. Din, bilim ya da en temel anlamıyla inanç vardır ve insanların her yeni gün yataktan kalkmaları için tek güçlü nedendir.
Anlamlandırma çabalarımız yalnızca din ile sınırlı değildir. Bilimsel açıdan da inançlara, öngörülere, isteklere ve umutlara sahibiz. Hatta Cern’deki deneyi birçoğunuz duymuştur. Tanrı parçacığı olarak anılan bir atom altı parçacığın varlığını kanıtlama umuduyla kurulmuş devasa bir deney sahası.
Kısacası, din ve bilim çevresinde yaşanan kutuplaşmalar, “tek” bir olguya/inanca farklı açılardan bakmaktan öte değildir. Ne her ikisi de gerçektir, ne de herhangi biri doğru.
Velhasıl, en temel olarak bahsedilmesi gereken şudur ki; Varlığını bildiğimiz tüm olgular beynimizde oluşan nöron aktiviteleri ile oluşmuşlardır. Gerçeklik, bilim, doğru, zaman, umut, geçmiş, gelecek, din, tanrı, her biri yalnızca nöronlarımızındaki küçük enerji değişikliklerinden ibarettir.
Aynen dokunduğumuz masa, kullandığımız araba ve gördüğümüz her şey yalnızca bize nöronların gönderdiği sinyallerden ibaret duyumsamalardır.
Yukarıda, hem felsefi, hem bilimsel, hem de dini açıdan örneklerini vermiş olduğum “tek”lik olgusunu da aklımızda tutarak, birçoklarının kafasında parlamış şu soruyu düşünelim şimdi; “Madem gerçek dediğimiz şey yalnızca duyu organlarımızın bizim beynimize gönderdiği sinyallerden ibaret. Nasıl oluyorda hepimiz aynı şeyleri duyumsayabiliyoruz?
* * * ÇATIŞMALARIMIZ ve BÜYÜK RESİM
Sonuç; En büyük çatışmalarımızın, savaşların, ölümlerin başında gelen din, bilim ve isteklerimizin katışması sonucu yalnızca anlamlandırma ihtiyacımıza dayanır.
Anlamlandırma işini farklı açılardan yapıyor oluşumuz bugünkü mutsuzluklarımıza neden oluyor ise, daha büyük resme baktığımızda ortaya çıkan aynılığımızın, tekliğimizin, yaşadıklarımızı, arzularımızı, farklılıklarımızı ne derece anlamsızlaştırdığına görerek yaşayabiliyor olmak, huzuru yakalama yolunda atacağımız en büyük adım olacaktır sanırım.

Lost: Dinler Tarihini Anlamlandırmaya Çalışan Dizi

Final sezonunun 6. bölümü “Ab Aeterno” ile Lost’un şifreleri çözülmeye başladı.
19. yüzyılda kaybolan bir gemi ile başladı bu son bölüm ve harika bir özet ile, daha önce açık bıraktıkları tüm soruların yanıtlarını bulabileceğimiz bir zemini önümüze sundular.
Daha önce de birçok kereler benzer çıkarımları yapabileceğimiz ipuçlarını vermişlerdi. Ama o denli çok parametre vardı ki, içinden birçok farklı, olası hikaye çıkıyordu. Ama bu son bölümüyle ana hatları tamamiyle ortaya çıktı.
İzlemeyenler için hiç vakit kaybetmeden altta çizeceğim çerçevenin ciddi keyif-kaçıran (spoiler) içerebileceğini söyleyerek devam etmek istiyorum : )
İzlediklerimiz, melek (Jacob) ile şeytan (Flocke) arasındaki bir çeşit iddialaşmadır. Tarafsız (tanrı müdahale etmiyor) bir ortamda (ada) oynanan bir oyundur. Her iki tarafın da kanıtlamaya çalıştıkları argümanlar vardır;
– Şeytan’ın iddiası; “İnsanlar (aynen benim gibi) temelde kötüdür
– Melek ise; “İnsanlar kötü deneyimler yaşamış olsalar da, içlerinde hep iyilik vardır”
Şeytan, insanoğlunu hor görmesinin ardından, tanrı tarafından cennetten kovulmuş ve (adaya) hapsedilmiştir. Ve başına da birgardiyan melek koymuştur.
Melek geçmişlerinde kötü deneyimler olan insanları adaya getirerek, kendi argümanını kanıtlama çabasındadır. Şeytan ise, hem hapsolduğu izole yerden kurtulmak, hem de “O yere göğe koyamadığınız insanlar da aynen benim gibi, en temelde kötü niyetli ve bencil yaratıklardır” cümlesini kanıtlamaya çalışmaktadır.
Asırlar süren bir döngü içerisinde insanoğlunun ruhunun temelinde olan “öz” bu adada test edilmiş ve hep “iyilik” kazanmıştır. Şeytan yılmamış ve en sonunda gardiyan meleği öldürerek hapisten kurtulmanın eşiğine gelmiştir.
Bundan sonraki bölümlerde de şeytanın başarılı olup olamayacağını izleyeceğiz. Aynen gerçek hayatımızda olduğu gibi : ) Kötülük ve pişmanlıklarımızın sonucu sığındığımız din gibi. Umutlarımızın gerçekleşmesi için dualar ettiğimiz din gibi.
Hangi din olduğu önemli değil. En temelinde Lost’un işlediği hikayede, neredeyse tüm inanç sistemlerine bir gönderme var. Hristiyanlık, İslamiyet, çok tanrılı dinler, üstün güçleri olduğu inanılan devlet yöneticileri, doğanın güçleri ile yönetildiğini düşünen insanlar…
Gördüğümüz gibi, Lost dinler tarihini, neden din denilen olgunun asırlar boyunca farklı şekillere büründüğünü, iyi ile kötü arasındaki mevki kazanma yarışını ve her şeyden önemlisi, iyi ve kötü kavramlarının hiçbir zaman birbirlerinden bağımsız var olamayacağının yegane kanıtıdır.
Şimdi de sizinle, 1 yıl önce Lost’un 5. sezon finalinden sonra heyecanla yazmış olduğum yazıyı paylaşmak istiyorum; “Lost’un Kahramanları; Geçmişin Parametreleri
O yazıda (her yönünü tam doğru öngörememiş olsam da) Lost’ta anlatılan konunun çok daha detaylı incelemesini bulabilirsiniz.
Son olarak, Lost’u yaratanlara, fikir babalarına ve pazarlama stratejilerini yönetenlere çok teşekkür ediyorum. Nefes nefese izlediğim, (bence) gelmiş geçmiş en başarılı kurguya sahip, evrensel derinlikte bir hikayenin takipçisi olmaktan çok memnun oldum.

Bilerek ve İsteyerek Dekor Olmak

Üniversite döneminde final dönemi sonrasında huzurlu bir rehavet düşerdi üzerimize.
Dönem boyunca o dersten bu derse koşup, ara sınavdı, ödevdi, teslimdi derken bitap düşerdik. Finaller de maalesef ki, hep bu yorgunluğun üzerine tuz biber olurcasına uykusuz, bol kahveli gecelerin sabahlarına kadar ders çalışmak ile gelir geçerdi.
Geçip giden finaller savaştan çıkmışa çevirirdi bizi. Rahatlamak, dinlenmek, eğlenmek artık hakkımız olurdu. Yani bizce : )
İşte bu dönemlerde tüm arkadaş grubu, ilginç aktivitelerin peşine düşerdik. Ama çoğu zaman, İstiklal’e gidip, saatlerce bir aşağı bir yukarı yürümekten daha ileri gidemezdik.
Nasıl eğlenilir, ilginç nedir, çok da tecrübeli olduğumuz noktalar değildi kısacası. Yıllar süren monotonluğun bizi atıl bıraktığını anlardık tam da “Delicesine eğleniriz artık” dediğimiz bu zamanlarda.
O dönemlerden aklımda kalan ve ilginç sayılabilecek bir şey geldi aklıma demin; Zaga.
Şimdilerin Disko Kralı sanırım; Bilirsiniz işte, Okan Bayülgen’in sunduğu şu laylay lomlom program.
O dönemlerin üniversitelileri Medya Arkası’nı beklerdi (Hoş, şimdi de öyle sanırım). Okan Bayülgen’in “Sistemin içinden sisteme karşı duruş“unu özlerdi. Televizyon izlerken “televizyon halleri”ni eleştirirdi, onunla birlikte.
Şimdi başka birileriymiş gibi anlatıyorum ama ben de onlardan biriydim. Sanki, bizim yaptığımız televizyon izlemek değilmiş gibi, izleyenleri eleştirirdik. Aslında yaptığımız, yalnızca o “ters” duruşuyla bilinir olmuş birini takip etmekten öte değildi.
Okan Bayülgen’in manken konuk edip, şarkı söylettiği programdaki ekranda küçük bir çubukla gösterilen, manken konuk edip “Bakın ne kadar cahil” demeye çalışanlara, görüntüyü durdurup “Neden konuk ediyorsun ki o zaman” diye kızardık. Ne kadar da çapraşık bir hal gibi duruyor öyle değil mi?
Her iletişim aracı gibi televizyon da bir süre sonra, içeriği tüketicilerinden alır oluyor. Şimdi bizim “web 2.0” diye böbürlediğimiz şey de bu aslında.
Bu çok da övünülecek ya da göğüs kabartacak bir durum değil esasında. Her şeyin, kullanıldıkça ortalamalaşmasından öte bir şey değil. Uzun süre bakınca, camın ayna olması gibi.
Baktıkça, televizyon da aynamız oldu. İçindekiler de biz, dışındakiler de biz…
Az kişiyken “Neden bu kadar azız, daha çok kişi biriksin burada” dediğimiz ortamlar kalabalıklaşınca “Buralar bozuldu, eskiden böyle değildi” deriz hep. Ya biz ne istediğimizi bilmiyoruz ya da nerede, nasıl bir toplum içinde yaşadığımızı unutuyoruz.
Geçtiğimiz haftalarda yazmıştım; Her şey aslında “bir”. Hepimiz o “bir”in içindeyiz ve “o”yuz. Ama neden çok farklıymışız gibi davranırız orası muamma.
Hani final ertesi dönemlerimizden bahsetmiştim ya, sonra da Zaga’dan. Yazının sonunda izleyeceğiniz videodaki teyzeler gibi biz de izleyici olarak stüdyoya giderdik. Tıklım tıkış bir otobüs bizi Kanal D’ye götürürdü. Zor bela yer ayırtırdık.
Bu zorluk taş taşımamızdan kaynaklanmazdı pek tabii. Bilerek ve isteyerek, zaman zaman araya torpiller ve bazı maddi fazlalıklar (para, hediye, 2 soğuk bira vs) koymaktan bahsediyorum aslında.
Ulaşıp da içeri girince, studyoda saatlerce bağdaş kurup, programın başlamasını beklemenin, eklemlerimize kattığı acı hissini anlatamam.
Başlamadan önce programın sahibi Okan Bayülgen, oturduğumuz yere kadar yanaşır, “Çocuklar biliyorum, çok acı çekiyorsunuz ama işte” diye başlayıp, “Canlı Yayında Yap-Yapma Klavuzu“nu bize şen şakrak bir dille anlatırdı. Ve denk gelirse, birkaç övücü sözle (“Gençsiniz, üniversitelisiniz, zehir gibisiniz…” vs) program için gaza getirirdi : )
Bir taraflarımızın uyuşup, hissedilemez noktaya gelmesi ve o bir taraflarımızın midemizle olan sıkıntılı savaşını yaşardık; “Canlı yayındayız arkadaşım, ne çişe gitmesi!
Yurttaki televizyon odasında izlediğimiz programı, önümüzde cam olmadan görmek, “ünlü” denilen insalara iki adım mesafede oturuyor olmak. Arada onlara laf atmak ve “Görünüyor muyuz acaba” diye düşünüp kameraya el sallamak…
Reklam denen pazarlama aracının ne hayat kurtarıcı bir şey olduğunu farketmek, 2 yudum suya ve çişe reklamla kavuşuyor olmanın garipliği ve bu kavuşmanın yarattığı yersiz sevinç hali…
Çişten dönerken dekorların arkasında, 1×2 metrelik (afedersiniz) çük kadar izbe yerde makyaj yapmaya çalışan, neredeyse üstüste oturan ve sırasını bekleyen garip guraba ünlüleri görmüş olmanın afallatıcı durumu…
Ve pek tabii, fotoğraf çekip bu yaşadığımız ilginçliklerimizi tarihe silinmez bir not olarak düşmek;
Bugün, bunları hatırlayınca, neydi ki bizi bu garipliklerin arasına iten diye düşünmeden edemedim. En nihayetinde biz, jimmy jib yukarıdan ünlülerin oraya gidene kadar görünecek kalabalıktık. Ya da yapılan esprinin etkisini, canlı olarak gülerek arttıran “gereç”lerdik.
Peki biz bunun böyle olduğunu bilmiyor muyduk? Pek ala biliyorduk. Ama orada olma, o havayı soluma, camın arkasında, gerçekte neler oluyor bilme merakımız daha üstün geliyordu hep.
Sanırım 3 kez gittik Zaga’ya. Bu süre boyunca Zaga’nın adı kaç kez değişti bilmiyorum. Benim için hep Zaga kaldı. Adının ne önemi var; Avaz avaz bağırıp, zıp zıp açılan ve “Medya Arkası” olan program işte.
Bir sonuç paragrafıyla değil CNN-Türk’teki bir video’yla bitirmek istiyorum. Sonucu yok çünkü bu anlattıklarımın. Ne eleştirilecek bir yanı var, ne de sevinilecek; biz “o”yuz işte. “Bir”iz. Hep aynıyız.
Birazdan izleyeceğiniz video’da teyze şöyle diyor; “Biz olmasak televizyon da olmaz“. Esra Erol da, alt alta yazdığı reytingleri gösteriyor ve “Matematiksel hesaplamalar” yaptığını söylüyor, gelen teyzelerle programda çiftetelli oynadıktan sonra. Sonraki sayfalarında da kedi kolajları : ) Ninemizin elindeki suyu içeri almıyorlar, Esra’ya atar diye. Ama şeker hastası olduğunu söylüyor ninemiz. Nafile, giremez.

Masumiyet Müzesi’ni Bitirince

Az önce bıraktım. Uzanarak okuyordum. Bir süre göğsümde tutuverdim bu kitabı; Masumiyet Müzesi.
İçime işlemişliği hissettim. Orhan Pamuk yine harikaydı. Sıkmadı, bozmadı, yormadı da. “Aşk“ı yeniden yazdı. Yeniden okudum aşkı.
Benim gibi seviyor Orhan Bey. Benim hissettiklerimi hissediyor. Onda kendimden bir şeyler değil adeta kendimi buluyorum.
Bazen “Evet, aynen ben de hissettim bunu” diyorum. Bazen “Bir sen, bir ben kaldık dünyada böyle hisseden” diyorum Orhan Bey’e.
Kemal Bey ben oluyorum, Füsun o. Ben de diyorum; “8-9 sene gider gider gelirdim o eve“. O sofrada ben de akşamları televizyon izlerken yemek yiyebilirdim. Ben de aşırırdım bazen bir toka, bazen çorap, bazen tuzluk, çatal, gazoz şişesi, onun kapağı…
Yapmadım mı sanki? Dünyada bir deli ben değilmişim. Orhan Bey’i görüyorum. Onu kendime yakın hisediyorum. Dostum diyorum. Onu -herkesin gördüğü gibi- farklı değil gerçekçi olarak görüyorum.
İçimdeki soruları cevaplıyor her sayfada, ona minnettarlık duyuyorum.
Sonra İstanbul‘u anlatıyor. O’ndan güzel İstanbul anlatan var mı bilmiyorum. İstanbul, bence sadedir. Makyajsız kadın gibidir. Anlatırken de süse gerek yoktur. Yani, İstanbul’a “Canım, aşkım, güzelim” demek gereksizdir.
İstanbul güzeldir. Yaşanmak için vardır. Seyretmek güzelliklerinin hissettirdikleriyle hazdan hazza girme beklentisi boştur, deli saçmasıdır.
İstanbul, Çukurcuma yokuşundan aşağı akan sel sularıdır. Uzaklarda çakan şimşektir. Darbeden sonra dışarı çıkma yasağıdır. İstanbul tam da Orhan Bey’in anlattığı gibidir…
Hele aşkı anlatışı onun… Aşık olmak az biraz sapıklıktır. Dilinden habersiz nadanların anladığı manada sadece cinsel sapıklık değil. Kemal Bey’in yaptığı gibi, gidip Fatih‘de salaş otellerde kalıp, fakirlerle dostluk kurmaya çalışmak, havalı kaprisli zengin züppe kızını Füsun için şutlayabilmek, Füsun’a aşık olmak, başlı başına sapıklık.
Aşk değer yargılarını hiçe saymak demektir. Bana kalırsa, aşk bu dünyadan değil. Bu dünyaya fazladır aşk. Aşık aslında biraz taşkın ve çılgın olmak demektir.
Romanın içimde biriktirdiklerini anlatabilmek o kadar zor ki benim için. Ben de öyle aşık oldum ey okuyucu! Benim de bir Füsun’um var. Benim Füsun’um da kendisine nasıl aşık olunduğuyla değil de, niye oyuncu olamayacağıyla ilgileniyor. Sanki dünyanın en büyük meselesi oyuncu olmakmış gibi.
Benim Füsun’umun da hayali vardı. Ulaştı. Şimdi düşünüyorum da, eğer ulaşamasaydı, Füsun gibi arabayı çınara sürer miydi? Ben arkasından müze kurabilir miydim?
Hayır, ben 8 yıl Füsun’umlara gidip gidip gelmedim ki, o kadar eşya biriktimiş olayım. Orhan Bey’le oturup bunu konuşmak isterdim. Hatta hayatım boyunca tek damla dahi içmedim ama rakı içecek olsaydım, bunu Orhan Bey’le yapmak isterdim.
Orhan Bey, bir gün dünyada kimseye hitap etmediğinizin farkına varırsanız, korkmayınız ben varım.

Hayatın Anlamı ve Anlamlandırma Güdümüz

İnsanlık tarihi boyunca, cevabı en çok aranılan sorulardan biri sanırım “Hayatın anlamı nedir?” olmuştur.
Doğum ve ölüm arasında geçen zaman dilimini nasıl harcadığımız hayatımızın kendisi. Biliriz ki bu zamanın bir başlangıcı ve bitişi vardır, kısacası sınırlıdır.
Sınırlı olan, tükenen bir şeye bakarken hüzünleniriz. En sevdiğiniz tatlının tabakta kalmış son kaşığı, bitmeye yüz tutan bir ilişkinin sondemleri, tatilin son günü kumsaldan caddeye atılan ilk adım ve mezuniyet töreni sonrası dağılmakta olan kalabalık, arkadaşlarınız…
Her biri biter ve içimizi bir kırıklık sarar. Hayatımız da böyledir aslında. Biter. Hiç durmaksızın biter. Her yeni uyandığımız gün, öleceğimiz güne bir adım daha yaklaşmış olduğumuzun kanıtıdır. Bazı günlerin sabahlarında, yatağa oturmuş çorabımızı giyerken öylece halıdaki desenlere takılı kalmamız bundandır.
Hep bu yüzden sorarız kendimize “Hayatımın anlamı ne? Neden buradayım. Ne yapıyorum“. En karmaşığı da; “Ne yapmalıyım?“.
» GEÇEN YILLARA NE OLDU?
Ne yapmalıyız ve bu bitmekte olan hayatımızı anlamlandırmalıyız? Geçen yıllara geri dönüp baktığınızda, üç ya da beş unutamadığınızgün geliyorsa aklınıza, arada kalan, o an için bitmek bilmediğini düşündüğünüz ve sonra hiç hatırlamadığınız günlere ne oldu?
Yetiştirmeye çalıştığınız bir dolu , koşuşturduğunuz onlarca yer, tanışıp bir daha hiç yüzünü görmediğiniz insanlar… Ne oldu onlara?Çok daha önemlisi size ne oldu? Ne yaptınız kendize bunca yıl boyunca?
Kendinizi acımasızca sorguladığınız anlarda yanar bazen tünelin ucundaki ışık. Karanlığınız aydınlanıverir. “Anlam“ı bulmuşsunuzdur.Değişim demektir bu sizin için. Bir sürü yeni karar gelir ardından. Yapacaklarınız, mutluluklarınız…
» ŞU AN ve OLMAYAN ZAMAN
Bana sorarsanız ne sorgulamak bir işe yarar ne de alınan o kararlar. Farkına varılması gereken bence “an“. Şu an. Evet, tam da bu yazıyı okumakta olduğunuz an. Yaşadığınızı bildiğiniz bu an.
Bunun dışında hissettiklerinizin hiçbiri gerçekliği kanıtlanabilir şeyler değil. Ne “geçmiş” dediğimiz. Ne de “gelecek” ve hatta zaman.
Şöyle demiştim daha önce yazmış olduğum bir yazıda;
Zaman, yalnızca beynimizde varolan, ‘hafıza’ ve ‘beklenti’ olgularından doğmuş sanal bir anlamlandırma ihtiyacıdır.
Geçmiş ve gelecek bizim oluşturduğumuz kavramlardır. Dolayısıyla zaman da bu kavramların doğurmuş olduğu bir yanılsamadır.
Hiçbir şey yok ama şimdi var. Tüm bilmemiz gereken bu aslında. Hayatımız zaten “şimdi”lerin toplamı. Her “şimdi”de nasılsak, öyleyiz.
» ANLAM ve ANLAMAK İLİŞKİSİ
İnsanoğlu algıladığı her şeyi anlamlandırmaya çalışır. BulutlardaAtatürk‘ün portre fotoğrafını görmemiz, elma çekirdeği üzerinde yazan “Allah“, her biri geçmiş deneyimlerimizin olmayan bir mesaj içerisinde anlam yaratma çabasıdır.
İletişim kuramı bize evvela şunu söyler; “anlam” ile “anlamak” iki ayrı olgudur. anlam, mesajı iletmeye yeltenen kişinin beyninde oluşmuş birimgedir. Anlamak ise, alınan mesajın işlenerek anlamlı hale getirilmesidir.
Yani ortada bir kodlama ve kodu çözme süreci vardır. Mesajı üreten, karşıya aktarmak için imgeyi dil ile kodlar. Dil ile kodlanmış mesajı alan kişi de, aynı dil yapısını kullanarak kodu, çözücüsü ile açarak, kendisine bir anlam ifade edecek hale getirir.
“Anlam” ve “anlanılan” farklı şeyler olabilir. O yüzden, ne yazık ki, hiçbir zaman “anlam” ile “anlanılan”ın birebir eşit olduğundan emin olamayız.
Bu nedenle, “anlamaya çalışma” işi söz konusu olduğunda mesajı kimin ya da neyin ürettiği önemli değildir. Bir insan ya da bir makina kelimeleri ardarda dizmiş olabilir. Önemli olan mesajın ulaştığı kişinin deneyimleri ve onun beynindeki kelimlerin anlam ilişkileridir.
Örneğin: “sokak” kelimesi bazılarının beyninde “kaldırım”, “tinerci”, “gece”, “lamba”, “soğuk”, “tecavüz”, “utanç” gibi kelimelerle de pek ala ilişkili olabilir.
Velhasıl, rastgele dizilmiş kelimeler bazılarımızın önüne geldiğinde manasız dururken, başka birinin beyninde, yaşadığı deneyimleri ile çeşitli çağrışımlar oluşturarak bir “anlam”a dönüşebilir. Böyle bir olasılık her zaman vardır.
Kısacası, karşınızdakinin çıkardığı seslerin beyninizde imgesel bir anlam ifade etmesini sağlayan dildir.
» DİL MUCİZESİ ve KAOS
Dil aslen oldukça mucizevi bir oluştur. Örneğin; hangi dil olursa olsun, konuşma sırasında, kelimeleri açıkça ortaya çıkaracak yeterli derecede ayraç yoktur.
Buna en aşina olanlar ses kaydı ile uğraşanlardır. Birinin 1 cümlelik konuşma kaydını ses düzenleme programı ile açtığınızda, yükselen ve alçalan alanlar görürsünüz ama boşluk göremezsiniz. İlk bakışta, kelimeleri tek tek işaret etmeniz olanaksızdır.
Dilin metinsel halinde bu oldukça kolaylaştırılmıştır. İmla işaretleri ve kelimeleri oluşturan harflerin bitiminden sonra boşluk bırakılması dili analitikleştirilir.
Bu “boşluksuzluk” hissini, bilmediğimiz bir dildeki konuşmayı duyduğumuzda yaşarız. Karşımızdaki öyle bir konuşur ki, cümlesini bitirdiğinde sanki kocaman 1 kelime söylemiş gibidir.
Az bildiğimiz dillerdeki “Lütfen biraz daha yavaş konuşur musunuz?” isteği de bu yüzdendir. Aslında karşılaştığımız sorun hızlı konuşuluyor olması değil, kelimeleri seçemiyor olmamızdır. Karşımızdaki kelimelerin üzerine basarak, tane tane konuşmaya başladığında daha net anlamaya başlarız.
Velhasıl; konuşmak, anlamak, anlaşmak gibi olgulara sıfırdan baktığımızda, ne zor kavramlar olduğunu görürüz.
Bizim beynimizde olan bir imge, seslerle karşıya iletildiğinde, aynen bizdeki anlamıyla aktarıldığından ve anlaşıldığından ne kadar emin olabiliriz ki? Bu olasılığın düşük olduğu gerçeği, toplumsal ilişkilerdekikaosun korkunçluğunu yüzümüze vurur.
[youtube]http://www.youtube.com/watch?v=UvwEvDM7UAs[/youtube]
» ANI YAŞAMAK ve DURMADAN ÜRETMEK
Kimsenin bizi anlamadığını düşünmeye başladığımız ergenlik çağımızda hissettiklerimizin birikimi ve hayatımızın bitip gidiyor oluşu, elimizden kayıp gidenler, umutlarımız, gelecek kaygımız, korkularımız bizi depresyon hırkası giymeye yaklaştırıyor. Olabilir.
Peki nerede tüm bu boyumuzdan büyük soruların cevapları? Küçücük ruhumuzla bunları kaldırabilecek güçte miyiz? Neden durup dururken tüm bunları düşünüp kendimizi yorganın altına saklıyoruz? Nedir kendimizle derdimiz?
Kaos, hayatın bir gerçeği. Aslında bana sorarsanız, az bile karşılaştığımız, gördüğümüz bu kaos. Nasıl oluyor da insanlar bu anlaşamamazlık ortamı içerisinde zahiri bir düzen kurabiliyorlar şaşılası.
Kontrol edemediğimiz ve gelecekte de edemeyeceğimiz o kadar çok parametre var ki hayatımız ile ilgili, altından kalkabilmek mümkün değil. Peki ne yapmalıyız?
Benim bulabildiğim tek bir cevap var; Üretmek ve yaşamak.
Dokunduğumuz her şeyde kendimizden bir iz bırakmak ve olabildiğince “çok” yaşamak.
» BİR GÜZELLİK DEPONUZ OLSUN
Sizden önce orada olmayan bir şeyi, kendi elleriniz ile bir araya getirip, beyin kıvrımlarınızın süzgecinden geçirip, yepyeni bir güzellik oluşturun mesela ve onu önünüze koyup seyredin.
Bu, kağıttan bir uçak olabilir. Kağıda çizdiğiniz uçan bir at, gitarla oynarken çıkardığınız bir melodi, cep telefonunuzla çektiğiniz yaprağın rüzgarda ahaste aheste sallanışı ya da bunun gibi bir blog yazısı : )
Üretin, yaratın. Siz olmadan olamayacak bir şeyler verin dünyaya. Kısacası yaşayın. Çok zor değil. En kolaylarından başlayıp, her an buna devam edin. Sonra bir bakmışsınız bağımlısı olmuşsunuz. Boş kaldığınız bir an hemen eliniz bir şeylere gidiyor ve masadan kalktığınızda sizin yaptığınız bir şey orada duruyor.
Biriktirin tüm bunları. Atmayın. Paylaşın. Sevdiklerinize verin. Onlarda sizden bir parça olsun. Bir üretim deponuz olsun. Sonra kendinizi tutamayıp daha büyük üretmelere koşuyorsunuz emin olun. Birfotoğraf albümü oluyor, müzik oluyor, film oluyor, sevilenler kutusuoluyor, his deposu oluyor, oluyor da oluyor.
Hayatın tek bir anlamı yok tabi ki. Ama ısrarla sorarsanız bu yukarıda bahsettiğim üretme hazzını ve aşağıdaki paragrafı verebilirim kendimce;
Yanyana uzanıp, yalnızca tavanı izliyorken birlikte, onun varlığı ile kendi varlığını birbirinden ayıramıyorken ya da ayırmak aklının ucundan bile geçmiyorken, nerden geldiği belli olmayan bir serinlik, bir ferahlık dolmuşken odaya, hiçbir yere bakmıyorken, her yere bakıyormuş gibi usulca gülümsemenize neden olan, dün/geçmiş hiç olmamış ya da yarın/gelecek yokmuş gibi hissettiren birisi ile 3-5 santim yukarıdaki havayı birlikte soluyor, paylaşıyorken, nefesleriniz birbirine karışıyorken ortaya çıkıveren bir şeydir bu.
Paylaşın. Sevdiklerinizle o “an”ı, ruhunuzu ve her şeyinizi paylaşın.
Dip Not: “Paylaşın” deyince eklemeden edemedim. Tunç çok güzel biryazı yazmış. Diyor ki “Paylaşmak için yaşamayın. Yaşamınızı paylaşın.“.
Dip Not – II: Bir de şöyle bir şey var, aman karışmasın, aman bulaşmasın; “Paylaşmazsa Ölecek Hastalığı“.

Komplo Teorilerinden Önce Kendimize Birkaç Soru Soralım

Türk insanları başka ülkelerde tanımlanırken çoğu zaman “misafirperverlik” söylenen tek olumlu yönlerden biri olur. Onun dışında birçok sıfat yakıştırılır ki, çoğu saçma genellemelerden öteye gitmez.
Bir ülkede yaşayan tüm insanları, sanki tek bir kişiymişcesine tarif etmeye kalmak, daha başlangıçta abestle iştigaldir bana sorarsanız.
Her şeye rağmen, sıcakkanlı, sokulgan olduğumuzu bir şekilde beyinlere yerleştirmişiz ve buna kendimiz de inanmışız işte.
11 yıldır İstanbul‘dayım. Ege‘nin küçük bir köyünden geldim buraya. Bunca yıl boyunca İstanbul’da göremediğim, karşılaşamadığım yegane şeylerden biridir sıcakkanlı insanlar. Nerede bu yardımsever, birbirlerine saygısı olan insanlar? Otobüste var mı? Sokakta? Bir devlet dairesinde ya da bir ofiste?
Peki nereden geliyor bu şahane sıfat?
İstanbul için söyleyemiyorum. Peki ya doğduğum o köy? Hani derler ya “Küçük yerlerin insanı bambaşka olur“. Öyle mi gerçekten?
Memleketimde gördüğüm, bir nebze samimiyet ya da yardımseverlik olarak alabileceğim, köy kahvesinin önünden bir turist geçiyorsa, ilk önce mahalledeki zıpır çocukların “Hellovasyorneym hellovasyorneym hellovasyorneym“leri sonra da, kahvedeki amcaların “Evladım nere gidyon gari böle“leri ile turistlerin yamacına sokulmasıdır.
Turistleri şaşırtır bu ilgileri. Gülümsetir onları. Birbirlerini anlamasalar da, bir sıcaklık oluşur aralarında. Ne güzel şey aslında yaptıkları.
Bu yorum pek hoşunuza gitmeyecek biliyorum ama, hem çocuklarınki, hem de amcalarınkini “Yapacak bir şey bulamamak” ya da “Heyecan, değişiklik geldi köyümüze” hislerine bağlardım. Yani burada da tam ve saf bir misafirperverlik bulabilmiş değilim.
İstanbul’un koşuşturması, her daim bir acele nehri içinde sürüklenip giden insanların telaşı yoktu sadece köyümde. Tek fark buydu diyebilirim. Bu tek fark belirledi aslında tüm diğer başkalıkları.
Ama şimdi hakkımızı da yemeyeyim, “Gezelim Görelim” tipi programlardaki teyzelerde o naif yaklaşımları ekrandan da olsa hissetmişimdir. Hatta bununla ilgili bir şeyler yazmıştım (Bkz:Samimiyeti Ölçebiliyor Muyuz?).
Beynim genelde sayısal değerler üzerinden çalışır. Bana bir fikri, bir görüşü satmak istiyorsanız sayılarla gelebilirsiniz. Hemen gözlerim açılır, algım odaklanır söylediklerinize. E tabi, bu demek değil ki onun dışında kalanları dinlemiyorum bile. Pek tabii dinliyorum fakat oranlar, yüzdeler, kısacası istatistik bana, beynimin işleyişine daha çekici geliyor.
Buradan gideceğim yer şu; sayısal değerlerle gelen birileri var.
Bu misafirperverliğin gerçekliğini sorgularken karşılaştığım biraraştırma var. Nasıl yapıldığı, ölçek oranının kaç olduğu, kimlere sorulduğu, saptırılıp saptırılmadığını bilmiyorum ama bir şekilde karşıma sayısal değerlerle gelinmiş. E normal olarak, yukarıda da bahsettiğim nedenlerden dolayı hemen ilgimi çekti.
Araştırma, World Values Survey: WVS 2005-2008. Tüm detaylarına şuradan ulaşabilirsiniz.
Özet olarak, araştırma yan kapımızda oturan komşularımıza karşı bakışımızın nasıl olduğunu bulmaya yönelik. Çeşitli ülkelerdeki insanların tölerans seviyelerini karşılaştırıyor. Sonuçlar altta. Yüzdeler sorulara “Evet” cevabını verenlerin oranı.



Tüm bunlarda bir şeyler dikkatinizi çekti değil mi? Yani birçok durumda en “rahatsız” olan ülkelerden biri durumda Türkiye.
Ne demeye çalışıyorsun!” diyecekleriniz olacaktır. Söylemeye çalıştığım şey şu; ben etrafımda bir emaresini göremiyorum. İstatistiklerler de tam tersinin varlığını işaret ediyor. Düşünelim birlikte. Kendimize kendimizi soralım; “Ben yardımsever miyim?“, “İnsanları seviyorum muyum?“.
Eminim, hepimiz bu soruları cevaplarken, “Evet” ya da “Hayır“dan sonra birçok maazeret de eklemek zorunda hissedeceğiz.
Aramızdaki farklı olanlara karşı tutumumuz aslında birçok şeyin sebebi. Bugün eğer birçok konu etrafında bir bölünmüşlük, bir “öteki“cilik var ise ülkemizde, nedenlerini komplo teorilerinde değil de, çok daha yakınlarda aramak lazım diye düşünüyorum.
Ekşi Sözlük‘teki “Kürt Sorunu” başlığına şöyle bir ekleme yapmıştım;
Her şey, soğuk havanın doğuya doğru gitmesine sevinmemizle başlamıştı.
Bunu yazarken söylemeye çalıştığım şuydu; En basitinden, evde rahat koltuklarımızda, televizyondan hava durumunu izlerken “Müjde, Soğuk Hava Doğuya Kayıyor” anonsu çıktığında sevinirdik. Sanki ülkemizin sadece batısı var.
Soğuk bizim üzerimizden başkalarının üzerine doğru kayarken seviniyor olmak pek bir garip gelirdi. Aptalca gelebilir bu verdiğim örnek ama her şey bu derece minik detaylardan doğuyor ve büyüyüp gidiyor maalesef.
Siz, komşunuzu seviyor musunuz?
Dip Not: Eklemeden geçemeyeceğim, araştırmada dikkatimi çeken bir diğer nokta da, “Hoşgörü dini” olarak bildiğimiz İslamiyet’in yaygın olarak inanıldığı ülkelerin tölerans seviyelerinin en düşük olduğu. Ya kendimizi tanımıyoruz, ya da birileri kocaman yalanlar söylüyor ve bizler inanıyoruz.

Terör Kazandırır mı? Milliyet’in cevabı; Evet

İnsan doğası güven duymadığı bir çevrede yaşamaya uygun değildir. Ve en temel amacı da hayatta kalmaktır. Fakat hayati tehlikenin nadirleştiği ve kaybolduğu dönemlerde, farklı ihtiyaçlar ön plana çıkar. Çünkü “yaşıyor olmak” oldukça kolay bir şekilde norm haline gelebilir.
Bu genlerimize kodlanmış bir savunma mekanizmasının ürünüdür. Aynen, kötü kokulara alışmamız ya da dışarıda sürekli devam eden trafik gürültüsünü duymamaya başlamamız gibi.
Terör ve şiddete kayan aktivitelerinin tek amacı vardır; korku salmak. Terör, normları hedef alır. Onları sarsarak kendi varlığının farkındalığını arttırmaya çalışır.
Savunma mekanızmamız sayesinde garantide hissettiğimiz hayatımızın aslında pamuk ipliğine bağlı olduğunu ima etmeye çalışır.
Terörist olmuş kişiler korku üzerinden kazanabileceklerine inanırlar. Kazanmak istedikleri çoğu zaman çeşitlidir. Ama ortak oldukları tek nokta, şiddet ile kazanç sağlayabileceklerine inanmalarıdır.
İnanç, insanın kendisini ikna etme çabasıdır. Diğer anlamıyla, kendisine yalan söyleyip, kendi yalanının doğruluğunu kabul etme uğraşıdır.
Her inanç doğrulama gerektirir.
İnancın içerdiği yalanın yalnızca bir kişi tarafından değil, mümkün olduğunca çok kişi tarafından kabul edilmeye başlanmasıyla inanç doğrulanır. Doğrulanan inançlar din olur, ideoloji olur.
Terör, bu doğrulamayı medya üzerinden gerçekleştirmeye çalışır.
Medya da varlığı gereği norm olmayan durumları gündeme getirmeyi görev edindiği için terör olayları medya için bir “içerik“tir. Fakat medyanın bir önemli görevi de içerik seçmektir. Editörlüğün tanımı budur. İçerikler denizinden seçilenler medya organının kimliğini oluşturur.
Bu oldukça önemli bir konudur. Bir ülkede medya ve terör birbirini besleyen bir hale gelmiş ise, orada “bir” halktan söz edemezsiniz.
Bir devletin sınırları içerisinde yaşıyor olmak “halk“ın tanımı değildir. Halk birlikteliktir. Her ne kadar farklı renkler içerse de bir yöne doğru yürümektir.

Gelelim bu güne; Bir terör olayı yaşanıyor. Daha olayın sıcaklığı geçmemişken Milliyet gazetesinin Twitter hesabında şöyle bir pazarlama taktiği beliriyor;
Hediye kazanmaya hazır mısınız? Sorumuz birazdan geliyor. “Reply” a tıklayarak ilk doğru cevap veren takipçimiz kazanıyor!
Bir soru soracaklar ve bu sorunun cevabı üzerinden müşterilerine maddi bir kazanç vaad ediyorlar. Buraya kadar alelade bir pazarlama taktiği. Müşteri çekmeye çalışıyorlar. Bana ne, bize ne?
Peki sordukları soru ne?
Bugün İstanbul Etiler’deki saldırıda bacağını kaybeden yaralının adı ne?
Amaç neydi; Müşteri çekmek, kazanmak ve olası müşterilere kazandırmak.
Seçtiği içerik ne; Terör. Hem de en porno tarafı.
Açılımı ne; “Kazanç sağlamak için terörü, en irrite edici haliyle bile kullanabilirim. Bu benim için sorun değil
Beklenen ne; Potansiyel müşteri Twitter’da, terör eyleminde hayatını kaybetme kertesine gelmiş bir kişinin ismini söyleyecek ve maddi bir kazanç sağlayacak.
Sonuç ne; “Bugünkü hain saldırıda yaralananların unutulmaması için bu haberimizi Twitter’a taşımıştık. Hassasiyetinizden dolayı twit’imizi geri çektik” — @Twitter
Hem terörü pazarlamaya alet ediyorsun. Sonra da öyle bir savunma yapıyorsun ki; “Saldırıda yaralananların unutulmaması“.
Yani tam da terörün istediği şeyi, olanların unutulmaması ve normdan mümkün olduğunca uzak kalınması için yapıyorsun, öyle mi? Derler ya; “Özrü kabahatinden beter!
Şiddet üzerinden kazanç sağlamayan çalışan teröristlerin eylemini, 3. sınıf pazarlama taktiklerinde kullanmanın ne anlama gelebileceğini ön göremeyecek kadar içerik seçme özürlüsü iseniz, kendinizi farklı bir alanda para kazanmaya yönlendirmenizi tavsiye ederim.
Medya terörü değil, halkı beslemek istiyorsa, içerik seçerken dünyanın en zor işini yapıyormuşcasına titiz olmalıdır. Sadece titiz olacağından emin olduğu insanlara içerik yayınlama sorumluluğu vermelidir. Çünküayarlarıyla oynadığı, halkı oluşturan temel taşlardır.
Bu arada; terörü bir içerik olarak yaymaya çalışmak ne derece sakıncalıysa, saçma, salak, etik dışı, beyin sömüren, aptallaştıran içerikleri pompalamak da bir o kadar tehlikelidir. Medya kuruluşunun bunu bilerek hareket etmesi gerekir.
Dikkat edin, bu şekilde hareket etmek zorundadır demiyorum. Sadece elindeki gücü “bilerek” kullandığından emin olmalıdır. Bilerek ve isteyerek, sadece belirli zümrelere hizmet edecek içerikler seçmekte gayet özgürsünüz. Bu benim için medyanızın kişiliğini ortaya çıkarır.
Sonrasında, tokadı yediğinde “Ama biz onu istemeden yapmıştık” gibi bir sorumsuzluk, bir iş bilmezlik örneği oluşturması, bilerek ve isteyerek terör propagandası yapan yayın organlarından daha aşağı bir katmana düşmesine neden olur benim için.
Medyanın bir organı olmak kolay bir iş değildir. Sorumluluğunu taşıyamayanlar yerilmeyi ve daha fazlasını hak ederler.
Bundan 10 yıl önce bu cümleyi kuramıyor olacaktım belki; medya bir kurumlar topluluğunun adı değildir. Sosyal medya olarak andığımız, içinde beni, seni ve birçok tekilleri barındıran bilgi ağı da medya kümesinin içindedir.
Velhasıl siz de medyanın bir parçasısınız. Neye hizmet ettiğinizi, neyin ayarlarıyla oynadığınızı bilerek yazın, çizin.

Doğa İçin Çabalayanlar

Doğa İçin Çal” adında bir proje var. Biliyorsunuz işte, o güzel sesli insanlar bir araya geliyor ve türkülerimizi söylüyorlar.
Birçoğunuz paylaşıyor bu güzel türkülerin videolarını. Ne için paylaşıyorsunuz bilmiyorum; “Aaa türküyü bi’ sürü kişi cümle cümle söylemişler, çok güzel olmuş” dediğiniz için mi, yoksa “Ben sosyal bilinci yüksek bir insanım” der gibi yapmak için de olabilir. Her neyse…
Binaların arasında kalmış insanlarız çoğumuz. Biz böyle olsun istedik. Bunu inkar etmenin luzumu yok.
Doğaya dönüş” gibi salak bir kavram ürettik mesela kendimize. Sanki birileri bizi zorlamış da o yüzden ağaçları kesip betonlar dökmüşüz köklerinin üzerine.
Hiç kendimizi ayırmayalım. Biz de herkes kadar suçluyuz. Kabullenen bizdik sonuçta. “Doğayı koruyalım” tandanslı iki tane video paylaştık, birkaç tane “Ama ağaçlarımız kesilmesin” konulu tweet yazdık diye kendimizi aklayamayız.
Birileri bizden çok daha fazla doğaya zarar veriyor olabilir ama kendimize bi’ bakalım, çok da doğa yanlısı yaşadığımız söylenemez.
E o halde, kimse birbirini kandırmasın. Biz kendi yaşamımızı, yaşam tarzımızı değiştirmedikçe bir şey değişmez.
Başkaları doğayı kirletmesin, yok etmesin diye düşünüp “Bazı insanlar çok kötü!” diye bağırmadan önce biz o çok sevdiğimiz doğayı nasıl koruruz, neleri yapmamak lazım, nasıl yaşamak lazım onları düşünelim.
Kendimizi tamamladıktan sonra bağırabiliriz. Önlüğünün cebinde sigara-çakmak ikilisiyle gezen doktorun hastasına “Sigara çok zararlı. İçme!” demesine benzemesin durumunuz. Önce siz doğayı sevin. Başkalarına sevdirtme sonraki iş.
Küçük de olsa doğayı düşünen değişiklikler yapın hayatınızda. Mesela, pamuk iplerden yapılan fileler vardır ya, onlarla gidin markete. Aldıklarınızı ona doldurun. Poşet kullanmayın. Ya da ne bileyim, daha çok pikniğe çıkın, temiz havanın, ferahlığın değerini anlayın. Önünüze çıkan kediye tekme atma alışkanlığınızı engeller belki.
Biliyorsunuz aslında neler yapabileceğinizi. Onları yapın işte. Onların herhangi birini yapmadan da, “havalı” duruyor diye GreenpeaceBu Doğa Hepimizin isimli Facebook gruplarına katılmayın. Boşu boşuna kendinizi, başkalarını kandırmayın.
Not: “Ne yapacağımı bilmiyorum ben” diyenler için

Başbakana Güvenerek Tehditler Savurmak

Çağrışım, beynimizin doğal bir döngüsüdür.
Bir kitap okursunuz, bir film izlersiniz, kürsüden okunan bir şiirduyarsınız, bir sanat eserini görürsünüz ya da o sanat eserini artık göremezsiniz. Bir köşe yazısı okursunuz ya da köşe yazarını artık o köşede okuyamazsınız. Bir siteye girersiniz ya da o siteye giremezsiniz…
Bir kitap okudum ve hayatım değişti” diyenleri hatırlayın. Söylemeye çalıştıkları, sadece kitabın kendi içeriğinden etkilenmek değil, o içeriğin kendi hayatındaki gerçeklere yansıması ve o yansımaların doğurduğu çağrışımların vuruculuğu.
Bugün bir video izledim. Yukarıda saydıklarım nasıl beynimde birçok noktayı bağlamış, birçok ilişkiyi açığa çıkarmışsa, bu da öyle oldu.
Yani yapacağım bir çağrışımdan ibaret. Sadece o kadar. Daha fazlası değil.

– Gerginliği arttırmak için çaba harcıyor olacakmış. Neden böyle bir uğraş içinde acaba?
– Büyüklerinden bununla ilgili izin almış. Yani “büyüklerim” dediği kişiler (artık her kimse onlar) şuna benzer bir cümle kurmuşlar büyük ihtimal; “Tabi tabi. Arttırabilirsin elektiriği. Daha fazla yüklenebilirsin. Destekliyoruz“. Neyin hazırlığı bu?
– Biri, bir kurum hakkında hoşuna gitmeyen yorumlar yapıyormuş.
– Bir sürü yorum yapan beyler, bayanlar görmüş. Belli ki, o kişilerin hepsi geride kalmış. Gerekenler yapılmış.
– (Burada mahalle delikanlısına bağlıyor) Ağzının ayarını çok bozan biri varmış. Sağda solda ileri geri konuşuyormuş. Ayağını denk alsınmış. Yani hoşuna gitmeyen şeyler söyleyen kişiler ağızlarını bozmuş sayılıyormuş.
– Ak mı kara mı? “Ak parti, Kara parti” der gibi?
– Bakanlar Kurulu kurulduktan sonra başbakanın yanına gidecekmiş. Artık başbakana ne diyecekse ya da ne isteyecekse, o alehte konuşan kişinin, söylediği sözlere, yaptığı yorumlara pişman olacağı bir şey yaptırtacak ve hesaplaşacakmış.
– Artık her şey değişmiş. Ne değişmişse, belli ki onun lehine olmuş, hoşuna gitmiş. Yorum yapanları, eleştirenleri korkutacak bir değişiklik olduğuna inanıyor besbelli.
– O değişiklik sayesinde, bir sürü kişi daha hapse girecekmiş. Birçokoperasyon yapılacakmış. Operasyondan kastı gizli ya da açık, farketmez. Bir şeylerin hazırlığından bahsediyor kısacası.
– Yorumlarıyla, söyledikleriyle, eleştirileriyle kendisini sinir eden adamın iki çocuğu varmış.
– Bu iki çocuğun üzüleceği şeylerden bahsediyor ve en düz yorumla; başbakanla konuştuktan sonra yapmayı planladıkları, bu çocukları üzecek şeylermiş.
Bu insan her eve girdiğinden emin olduğu bir medyada, bu dereceözgüven(!) ile söylüyor tüm bunları. Elinde bir tek silahı eksik, mafyaadamlarına benzetebilmemiz için.
Mafya ya da değil. Ama biliyoruz, bu adamın bir silahı var.
Bu silahla istediği herkesi de vurabileceğine inanıyor. Bugün o babayı, yarın bir anneyi, sonraki gün beni vuracak.
Ne zaman kendimizi huzurlu hissedebiliriz? “Büyükleri” ona elinde bir silah olmadığını, insanları bir devlet makamını kullanarak tehdit edemeyeceğini ve o devlet makamının, halkın %50’sinin oyunu almasının nedeninin, birilerinin tehditler savurabilmesi için değil, halka hizmet getirmesi için olduğu söylediğinde.
Tüm çağrışımlarım bunlar. Gerisini siz hayal edin.